Sürdürülebilir Yaşam ve Tabiat Ahlakını Özümsemek
En kısa tanımıyla sürdürülebilir yaşam; doğal kaynakların etkili ve verimli kullanılması, sömürülmemesi, tüketilmemesidir. Daha geniş bir zaviyeden bakacak olursak; fiziki, beşerî, ekonomik, politik, sosyolojik, psikolojik her alanda, her durumda ve her zaman insanın etkileşim halinde olduğu çevresinin farkında olmasıdır. Kenarından köşesinden tutarak, el yordamıyla, yasalar zoruyla bir şeyler yapmaktansa bilinç, farkındalık, özümseme, sindirme, dertlenme çok daha önem arz etmektedir. Aslında sürdürmek fiili yokluğu, tükenmeyi, kıtlığı da bünyesinde barındırmaktadır. Demek ki bir şeyler yok oluyordu, tükeniyordu ki bu kavram insanın yaşamının merkezine oturdu.
15. yüzyılda gezegenimizin yapısı ve sınırları tam bilinmiyordu. O çağda yaşayan insan sayısı da yaklaşık 400 milyondu. Tamamen maddeci, materyalist ve pragmatist bir açıdan bakarsak devasa bir gezegen ve bir avuç insan algısı oluşabilir. Haliyle insanın aklına ne azalma ne de tükenme gelir. Sadece zihinsel gelişiminin el verdiği ölçüde kendi konforu ve çıkarı için çevresini daha çok, daha farklı şekillendirmenin mücadelesini verecektir insan.
Korunmak, barınmak, kanmak, arınmak, doymak gibi son derece temel ve basit ihtiyaçlarını gidermek için doğayla, çevreyle girdiği etkileşim de haliyle çok sınırlı ve masum olmuştur. Gündeminde de “sürdürülebilirlik” kavramı olmamıştır. Çünkü sınırlarını bilmediği çevre, miktarını bilmediği doğal kaynaklar insanın aklına “son”u getirmemiştir. Devir de sonların değil başlangıçların devridir. Neyle karşılaşacağını tam olarak bilmeden “keşifler ve başlangıçlarla” meşgul olmuştur dönem insanı. Ağacı keserken, suyu kullanırken, hayvanları avlarken bunların bir gün tükenebileceğini düşünmemiştir. 15.-ve 16. yüzyılda bunların düşünülmemesinin günümüzde geldiğimiz nokta açısından pek önemli olduğunu da söyleyemeyiz.
18. ve 19. yüzyıllara geldiğimizde “saf zihinler artık bulanmaya” başlıyor. Sınırları ve kapasitesi büyük oranda belli olan gezegenimize yavaş yavaş saldırılar başlıyor. Bu saldırıların temelinde ise bugün içinde bulunduğumuz çıkmazın da sebebi olan “hırs” yatmaktadır. İnsanlar, temel ve ortak mirasımız olan doğal kaynakların yegâne sahibi olabilme ve bu kaynaklarla politik ve ekonomik güç kazanabilme uğruna “gözlerini kapatmaya, vicdanlarını karartmaya” başlamışlardır. Dünya nüfusu o dönemlerde henüz bir milyar olmamış, 750-800 bin civarındadır. Yine doğanın ve doğal kaynakların yok olmasıyla çevrenin ciddi zararlar göreceğiyle ilgili bir bilinç, uyanış ve farkındalık görülmemektedir.
20. ve 21. yüzyıla geldiğimizde ise bütün insanlık “tasarlayarak doğayı ve doğal kaynakları yok etmeye teşebbüsüne” şahit olmaktadır. Hunharca doğal kaynaklara saldırı başlamış, bile isteye çevre katledilmiştir. Gezegenimizin can çekişmeye başladığı, doğal kaynakların birçoğunun yok olduğu ya da yok olmak üzere olduğu, onlarca çevre probleminin yaşandığı günümüzde “sürdürülebilirlik” can simidi olarak yetişmiştir imdadımıza. Bireysel, toplumsal, küresel, politik, ekonomik her türlü yaklaşıma rağmen hala aksi yönde gizli ya da alenen faaliyet gösteren zihniyetler ve şirketler bu mavi gezegen için tehdit oluşturmaya devam etmektedir.
Tabiat-insan etkileşiminin kronolojisini ele aldıktan sonra, tabiatın asıl mucize reçetesi olacak, ahlaki, vicdani, dini ve kültürel etkileşim boyutu üzerinde durmamız gerekiyor.
Toplumumuzun, tarihimizin, dinimizin, kültürümüzün, insanımızın bu konudaki yaklaşımını dünya ile mukayese ederek değerlendirelim. Eğer dünyayı kanunlar, yasalar, polisler, askerler kurtarsaydı bugün yaşadığımız küresel sorunların hiçbirini yaşamazdık. Açlık, susuzluk, gelir dağılımındaki dengesizlik, savaşlar, çatışmalar, küresel iklim değişimi, iklim krizi, çölleşme, buzulların erimesi, asit yağmurları, ozon tabakasının delinmesi, fosil yakıt tüketimi gibi sorunları yaşamazdık.
Bu sorunları iyi yasalar, caydırıcı cezalar değil vicdanlı, ahlaklı, erdemli insanlar, toplumlar düzeltecektir. O zaman toplumlar asıl enerjilerini nesillerin vicdanına, ahlakına harcamalıdırlar. Vicdanlı, ahlaklı, duyarlı nesiller yetiştirmek için eğitim politikaları geliştirmelidirler.
Tabiatı içinde bulunduğu ağır enfeksiyondan kurtarabilecek reçete aslında tabiat ahlakıdır. Nedir peki tabiat ahlakı? Tabiatı içimizden biri gibi kabul edip sonsuz saygı ve şükran duyulması gereken bir bilge gibi görmektir. Tabiatın kitabını ezberlemek değil özümsemektir. Tabiatın dilini öğrenmektir. Tabiatı taklit etmektir.
Beşerî ilişkilerde olduğu gibi tabiat-insan ilişkisinin temelini de saygı ve sevgi oluşturmaktadır. Sadece insanın faydalandığı, aldığı, hiçbir şey vermediği ilişkide tabiat önce zayıflayacak sonra da yok olacaktır. İnsan da tabiata can vermeli, ruh üflemelidir. Tabiattaki ahengi bozmamalıdır. Aldığını geri vermelidir. Ortadan kaldırılması gereken bir düşman gibi değil ilgiyle, şefkatle korunması ve yetiştirilmesi gereken bir evlat gibi davranmalıdır.
Tabiat eğer bizim ihtiyacımız için bütün organları ile çalışıyorsa bizim de tabiattan ihtiyacımızdan fazlasını almamamız, aldıklarımızı da mümkün olduğu kadar geri vermenin mücadelesini yapmamız gerekir. Tabiattan aldığımızı mümkün olduğu kadar uzun süre ve çok alanda kullanmalı, tekrar almamak için politikalar geliştirmeliyiz. Tabiata sadece ondan bir şeyler alarak zarar vermiyoruz. Aslında bilinçsizce attığımız her adımda tabiata zarar veriyoruz. O zaman “zararlı adım” sayımızı azaltmak için çırpınmalıyız.
Peki, zararlı adım sayımızı nasıl azaltabiliriz? Sıfır atık yaşam tarzı bu yolda atılacak en büyük ve en samimi adımdır. Düşünsenize hiç çöpünüz yok. Her atığı mutlaka değerlendiriyorsunuz, işte o zaman tabiat başlangıç haline dönecektir. Tarımda toprağı ve suyu kirleten ilaçların, suni gübrenin kullanılmaması, bunların yerine doğal ilaçların ve gübrenin tercih edilmesi, fosil yakıt kullanımının azaltılarak zamanla sıfırlanması ve bunun yerine güneş ve rüzgar gibi temiz enerjiye başvurulması, hijyende ve temizlikte kimyasallar yerine doğal malzemelerin adresimiz olması, yaşam alanlarımızdan tek kullanımlık malzemelerin çıkarılması, plastik kullanım oranlarının en aza indirilmesi, paketli gıdaların tercih edilmemesi, elektrik, su ve gaz tasarruf yöntemlerinin kullanılması, biyobozunur atıkların kompost yapılması gibi adımların çoğaltılması zararlı adım sayımızı azaltacaktır.
Sürdürülebilirlik denildiği zaman bizlerin aklına daha ziyade zirai politikalar gelmektedir. Oysa sürdürülebilirlik ailelerin ekonomik tutumlarından ülkelerin ekonomi politikalarına, konut yapımından şehir tasarımına, damacana sudan buzullara, enerjiden otomobil kullanımına, bireysel tutumdan toplumsal yapıya kadar her şeyi içinde barındıran bir kavramdır.
Günümüzde doğal kaynaklar yok olmak üzereyken dünyanın birçok ülkesinde mecburiyetten baş gösteren “sürdürülebilirlik” ve “sıfır atık”, dünyada daha kaynak sıkıntısı yokken, kaynaklar çok çeşitli ve bol miktarda iken “yiyiniz içiniz ama israf etmeyiniz” diyen bir dinin mensubu, “Bir ırmaktan abdest alırken bile, suyu israf etmeyiniz.” diyen bir peygamberin ümmeti, “Ülkeleri iflasa sürükleyen amillerin başında, israf gelir.” (II. Abdulhamid) diyen bir padişahın takipçileriyiz. Dünya henüz uykuda iken sıfır atık ve sürdürülebilirlik öğretisiyle dünyaya gözlerini açan bir toplumuz. Bu nedenle bu alanda hem çok başarılı hem de dünyaya rol-model olmalıyız.
Zülfikar Abaz
NUN Okulları Sosyal Bilimler Zümre Başkanı